Dinlenen kara demir, gözenekleri acı
çığlıklarıyla inleyen kara demir.
İçler acısı toprakta hâlâ kızıl kül,
bronzun acısını erittiği döküm.
Hangi acı ülkesinden gelir acılı ve bitmez
gecede gak gak öten kuşlar?
Çığlık kasılır içimde düğümlenen bir sinir gibi
ya da kırık bir teli gibi bir kemanın.
Her makine bir gözbebeği saklar
bakmak için bana.
Duvarlara asılmıştır soru işaretleri,
bronzun ruhu açılıp saçılır örs üstünde,
ıssız bürolarda titrediği duyulur ayak seslerinin.
Ve karanlıkta koşar -umutsuz-
ölü işçilerin hıçkıran ruhları."
Pablo Neruda
Devletimiz var diye seviniyorduk ama hiç bir şeyimiz yokmuş bizim!"Şili'de San Jose'deki madencileri kurtarma operasyonunu televizyondan izleyen, eşini Zonguldak'ta 30 madencinin ölümüyle sonuçlanan kazada yitiren ama onun ölüsüne bile kavuşamayan bir kadının, bir ananın bir yerlerden(!) duyulmayan feryadıdır bu... Tıpkı 99 depreminde Cenk Koyuncu'nun yitip gidenlerin ardından söylediği; "Hiç bir şeyim yoktu benim, her şeyimi aldılar..." feryadı gibi...
Yine kurtarma operasyonunu izleyen Zonguldaklı madencinin kara gözlerindeki kaygı, geldiğimiz ve gideceğimiz yerin acı bir ifadesi olarak yansıdı yüzüne...
Şili'deki kurtarma operasyonundan ders(ler) çıkar mı acaba? Kendi adına bir ders çıkarmış her 'insan' gibi ben de bir "insanlık dersi" çıkarmış bulunuyorum. Çünkü insan hayatı her şeyden değerlidir... Maden kazalarında birinciliği kimselere kaptırmayan bir ülkenin bireyi olarak, bu dersi her kazadan ve her ölümden sonra memleketim yöneticilerinin çıkaracağını umdum durdum yıllarca... Meğer boşa beklemişim. Çünkü, onlardan öğrendim ki ölüm, "bu mesleğin kaderi"nde varmış ve yüzlerce insan "bunu bile bile giderlermiş" yerin yüzlerce metre altına!
Şili'nin madenlerinde de ihmal olabilirmiş, gördüm... Ama umut da varmış... Demek ki neymiş; Türkiye'de kader olan maden kazası, Şili'de umut olmuş! Şili'de yerin derinliklerinden, yeryüzünün yediyüz metre yukarısına insan değerini, yaşama sevincini taşıyan kurtarma kapsülünün adıdır Zümrüdü Anka... Peki nedir bu Zümrüdü Anka?
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, Bilgi Ağacının dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağının tepesindeymiş. Oraya varmak için yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş. Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar.Yorulanlar ve düşenler olmuş.Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş(oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış); kartal; yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş, balıkçıl kil bataklığını. Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Altıncı Vadi "şaşkınlık", yedinci vadi "yokoluş" vadisiymiş. Kaf Dağına vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.Simurg'un yuvasını bulunca öğrenmişler ki "Simurg Anka", "Otuz Kuş" demekmiş. Onların hepsi Simurg'mus. Her biri de "Simurg"muş..
Türkçede her iki şekliyle birlikte zümrüdüanka ve hüma veya umay olarak adlandırılır... Edebiyat ve tasavvufta yer alan, Arapların Anka, İranlıların simurg adını verdikleri efsane kuşun adıdır Zümrüdü Anka... Yunan mitolojisine göre öldükten sonra küllerinden doğar, Taoizm'de ölümsüzlüğün sembolüdür. İran tradisyonunda ise, kahramanları taşır, uzak mesafelere yolculuk yaptırır ve yakıp kendisini tekrar çağırabilsinler diye onlara kendi tüylerinden birkaç tane bırakır. Halk hikaye ve masallarında zümrüdüanka adıyla, masal kahramanlarına yardım eden bir kuş olarak rastlanır.
Evet, Şili'de yerin derinliklerinden, yeryüzünün yediyüz metre yukarısına insan değerini, yaşama sevincini taşıyan kurtarma kapsülünün de adıdır Zümrüdü Anka... Umudun, sevincin adıdır... Şili'de umut yerin dibinden çıkarken, Zonguldak'a, Kozlu'ya, Armutçuk'a, Amasra'ya, Karadon'a, Üzülmez'e kader demenin utancıyla bizler girmedik mi yerin dibine?!
Efsanelerde merhametli oluşuyla bilinen iyi kalpli ankanın yanısıra, canavar tabiatlı ikinci bir Anka'da vardır.
Biz, hangi Anka'yız?
Bu yazı, Neruda'nın ülkesi Şili'nin madencilerine bir selam, kazalarda yitirdiğimiz maden işçilerine ve bu kazalarda oğullarını yitiren Türkiyeli analara bir türkü olsun:
Analar, onlar ayakta
Buğday içindeler, onlar,
Yücelerden yüce dururlar:
Dünyayı doruktan seyreden,
Bir öğle güneşi gibi.
Bir çan darbeleri gibi,
Onlar.
Ölmüş gövdeler arasında,
Zaferi çekiçleyen bir ses gibi
Onlar,
Kara bir ses gibi.
Ey canevinden vurulmuş,
Toz duman olmuş bacılar!
İnanın oğullarınıza.
Kök oldu onlar,
Sade kök:
Kan suratlı,
Taşlar altında.
Karışmadı toprağa,
Dağılmış kemikçikleri
.Ağızları ısırır hala,
Kuru barutu;
Ve demir bir okyanus gibi,
Titreşirler hâlâ.
Ben ölmedim, der,
Yumrukları;Y
ukarı kalkık yumrukları,
Daha..........
Susamış sırtlanları,
Bitip tükenmez ürmeleriyle
Afrika'dan gürleyen hayvan sesini;
Öfkeyi, iniltileri, hoş görmeleri,
Bırakın, bir yana bırakın.
Ölümün ve tasanın
Çemberinden geçmiş analar,
Doğan ulu günün ortasına bakın:
Bu topraktan güler ölüleriniz.
Kalkık yumrukları titrer,
Buğdayın üstünde,B
ilesiniz..."
Pablo Neruda
Vahit Akça, Ekim 2010