Ali Arıf Cıngı
5 Haziran’la başlayan Çevre Hafta’sında çokça çevreyi konuştuk, TÜSİAD da içinde olmak üzere herkes çevreci oldu. Almanya’nın Heiligendamm kentinde toplanan G-8 liderleri “küresel ısınmayı biz önleyeceğiz” dediler.Küresel sermayenin ortaklarının ve onun hizmetinde olanların gerçekten dünyayı, yaşamı koruyacaklarına inanıyor musunuz?5 Haziran’ın çevre hareketinde anlamı büyük. Bu günün Dünya Çevre Günü” olarak anılmasının nedeni 1972 tarihinde Stockholm’de toplanan BM İnsan Çevresi Konferansı. Konferans sonunda yayınlanan bildirgenin 1. maddesinde; “...insanın; hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşamak temel hakkı olduğu...” kabul edildi. Canlılardan yalnızca insan türünün hakkını düzenlemiş olması nedeniyle eksik olmasına karşın, alanında kabul edilen ilk uluslar arası hukuk metinlerden birisi olması bakımından son derece önemlidir. Bir anlamda “sağlıklı çevrede yaşama hakkı”nın anayasal kurallarını içeren bu bildirgenin ardından pek çok uluslar arası sözleşmede ve iç hukuk metinlerinde çevre hakkı düzenlendi.Ortaya konulan hukuksal güvencelere karşın, aradan geçen 35 yıldan sonra da “hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşullarını sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede” yaşayamıyoruz. Hatta, her geçen gün kötüye gidiyoruz. İnsanoğlu, savaşlarla, sömürüyle kendi türüne büyük acılar yaşatıyor, toprağı, suyu, havayı kirleterek, yaşam alanlarını yok ederek, diğer canlılarla birlikte kendi sonunu hazırlıyor.NE YAPMALI?Uluslararası sözleşmeler, anayasa, yasa hükümleri güvence yaratmaması karşısında ne yapmalı? Hakkın asıl sahiplerinin sahneye çıkma vakti geldi. Bir yanda, daha fazla kar elde etmek için doğal kaynakları, yaşama alanlarını kirletenler, talan edenler, diğer yanda önceliğine yaşamın sürekliliğini alan, kirlenmenin, tüketmenin önüne geçmeye çabalayanlar. Talancılar dünyanın her yerinde var, şimdi ulus ötesi şirketlerle ahtapot gibi dünyayı sarmış durumdalar. Bunların karşısında dünyanın her yerinde ve ülkemizde yaşam alanlarının korunması hareketleri hızla yayılıyor. Toprağını, suyunu, havasını, yaşamını korumak amacıyla yerinde örgütlenen çevre hareketleri yeni yeni umutla yaratıyor.Ülkemizde bu alanda ilk akla gelen hiç kuşkusuz Bergama Köylü Hareketidir. Siyanür liçi yöntemiyle işletilen Bergama- Ovacık Altın Madeni’ne karşı yıllarca yoğun ve örnek bir mücadele yürüten Bergama Köylü hareketi, halen madenin faaliyetini durdurmayı başaramamış olmasına karşın, Türkiye Çevre Hareketi için önemli bir dönüm noktası işlevini gördü. Bu harekette, hiçbir şiddete başvurulmadan, sivil itaatsizliğin çok güzel örnekleri yaşandı, bu hareket sayesinde çevre hakkına ilişkin içtihat niteliğinde yargı kararları alındı, sonrası pek çok harekete örnek oldu.Bugün artık sorun olan her yerde irili ufaklı dayanışma örgütlerini görebiliyoruz. Çevre hareketlerinin, demokrasi kültürüne de önemli katkıları var. Çevre hakkının savunulması, aynı zamanda “örgütlenme” korkumuzu yenmemizi de sağlıyor. Sorunu yaşayanlar, sorunun kaynağını sorgulamaya başlıyorlar. Yeni bir kültür oluşuyor, yardımlaşarak, dayanışarak, yaşamı savunma kültürü.YAŞAM ALANLARININ KORUNMASIÇevre Hareketleri yeter mi? Halk yığınlarının oluşturduğu çevre hareketlerinin istemlerinin siyasal düzlemde ele alınmaması, gelecek için umut yaratsa da sorunların çözümünü sağlayamıyor. Çevre sorunlarının çığ gibi büyüdüğü göz önüne alındığında, çözümün ertelenmesi, yaşamın riske atılması anlamını taşıyor. Çarpıcı bir saptama, “şu anda dünyada 1,5 milyar insan temiz içme suyundan yoksun, bu nedenle günde çoğunluğu çocuk 35 bin kişi ölüyor”. Ülkemizde su kaynakları hızla tükeniyor, var olanlar da kirleniyor, etkili önlemler alınmazsa “2040’larda çöl olacağımız” uyarıları yapılıyor.Ülkemizden son gelişmelerden birkaç örnek; Nükleer Enerji Lobisi’nin bastırması ile erken seçim kararı alan meclisten apar topar Nükleer Yasa geçti, amacı dışında peşkeş çekilen mera alanlarının devrini sağlamak için Mera Yasası’na ek yapıldı”, Özelleştirmenin ve peşkeşin önünü açmak için, İzmir Kuş Cenneti “yaban hayatı koruma sahası” statüsünden çıkartıldı. Bu düzenlemelerde yaşamı koruma kaygısı var mı? Hepsinin altında, birilerine peşkeş çekme çabası var, kısa dönemli çıkar hesapları var...Sorunların daha da büyümeden çözümü için pek çok ezberimizi bozmamız gerekiyor. Mutlaka yaşam alanlarını koruyan yeni politikalar geliştirilmelidir. Örneğin; “paran kadar kirletmek serbest”“ sonucunu doğuran “kirleten öder” yerine, “kirletmenin önlenmesi” politikaları üretilmelidir. Kirletmenin ve doğal dengeyi bozmanın bahanesi halini almış olan “Sürdürülebilir Kalkınma” yerine, “yaşamın sürdürülebilirliği” ilkeleri belirlenmelidir. Yalnızca insanın değil, “tüm canlıların doğayla ekolojik uyum içinde yaşama haklarının olduğu” kabul edilmelidir.Kime iş düşüyor? Yaşamın korunmasından yana olanlara iş düşüyor. Devasa çıkar gruplarının oyununun bozulması için mutlaka bir politik mücadele şart. Sol partiler ekolojik krizi gündemlerinin başına almaları gerekiyor, 22 Temmuz’da oy isteyenlerin “yaşam alanlarının korunması politikaları”nı duymak istiyoruz…
0 Comments:
Yorum Gönder
<< Home