Baska turlu bir sey benim istedigim, Ne agaca benzer, ne buluta benzer; Burasi gibi degil gidecegim memleket, Denizi ayri deniz, havasi ayri hava; Nerde gorduklerim, nerde o bekledigim kiz| Rengi baska,tadi baska. CAN YUCEL

Perşembe, Ocak 31, 2008

Trenden

Etiketler:

Salı, Ocak 29, 2008

Onyargilar ve kelimeler

Zihin dünyamız değişiyor, toplumlar değişiyor. Bunun yansımasını da kullandığımız sözcüklerde daha doğrusu sözlüklerde görüyoruz. Bunları çok hızlı değişimler kabul edebiliriz ama arkasında zahmetli ve uzun bir mücadele olduğunu unutmamak kaydıyla. Son üç gün içerisinde gelişen örneklerle ne demek istediğimi daha kolay anlatabilirim. İlk olarak Birgün gazetesi yazarlarından Necdet Saraç’ın « İstenirse değiştirilir » başlıklı köse yazısında Türk Dil Kurumu Sözlüğü'nde Alevilere karşı kullanılan 'mumsöndü' sözcüğünün anlamı bir kaç haftada hem de iki kez değiştirildiğini yazdı. Saraç yazısının devamında söyle diyordu: Türkçe Sözlük'ün 1998 yılındaki baskısında 'Mumsöndü'nün karşılığına şu yazılmıştı: 'Alevi geleneğinde var olduğu ileri sürülen bir tür tören.'Bu açıklama 2005 yılında yayımlanan Türkçe Sözlük'te 'Cem ayinlerinde, aydınlatmak için kullanılan mumun, tören bitiminde söndürülmesinin yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkmış inanış' olarak değiştirilmişti. DSP İstanbul Milletvekili Süleyman Yağız’ın Devlet Bakanı Mehmet Aydın’a yazması üzerine kelime su şekilde tekrar değiştirildi: Mumsöndü; Cem ayinlerindeki çerağ dinlendirmenin maksatlı olarak yanlış yorumlanmasıyla ortaya çıkarılan bir safsata. Bu hızlı değişimin hemen akla gelen iki nedeni var. Birincisi hükümetin Alevilere yönelik açılımı. İkincisi Almanya’da ARD kanalında yayınlanan bir dizide ‘mumsöndü” imasından sonra Almanya’da ve Türkiye’de yasayan Alevilerin buna yoğun tepki göstermeleri. Haber Mynet’te de yer almış, tarafların görüşlerine yer verilmiş. "Mumsöndü" yeniden tanımlandı”
Hafta sonu Kanal D’de Güneri Cıvaoğlu’nun sunduğu Şeffaf Oda programına katılan Devlet Demiryollarında üst düzey görev yapmış Mustafa Aksu’nun, çingenelerin haklarını savunmaya başladıktan sonra karsılaştığı zorlukları anlatıyordu. Donemin Milli Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı 'Türk ve İslam Ansiklopedisi'nde Çingeneler "... Pis, ilkel, eğitimsiz, buçuk millet, çocuk çalıp satan, genç karılarına ve kızlarına fuhuş yaptıran" kişiler olarak tanımlandığı” baksa bir köse yazısında rastladım. Aksu özellikle Çingenelere yönelik dini önyargıların sözlüklerde yer aldığından bahsediyordu. 2005 yılında gerçekleştirilen Uluslararası Roman Sempozyumu’ndaki bildirilerde Türkçe Sözlük ve Türk Dil Kurumuna ait sözlükte "Çingenece, Çingenelik, Çingeneleşmek" sözcükler, cimri, hasis, açgözlü, arsız, yüzsüz, hayâsız, çığırtkan, alçak gibi sıfatların tepkiler üzerine değiştirildiği belirtiliyor.

Son olarak Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Dernegi’nin web sitesindeki habere bakalım. Türkçe Sözlük'ün yeni baskılarında ''çevre bilimleri'' ve '' ekoloji'' sözcükleri ayrı ayrı yer alacakmış. TDK Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın ''Ekoloji'' kelimesiyle ilgili olarak da çok sayıda başvuru aldıklarını, üniversitelerden gelen görüşler doğrultusunda ''ekoloji'' kelimesinin tanımını değiştirdiklerini, internetteki sözlükte değişiklik yaptıklarını, Türkçe Sözlük'ün yeni baskılarında da ekolojinin yeni tanımına yer vereceklerini soyluyor. Katılımcılık, mücadele, değişim. Bu üç olumlu gelişmeden benim çıkardığım anahtar kelimeler. Türk Dil Kurumu’nu arayarak kendilerini tebrik ettim. Darısı kırılmayan diğer önyargıların basına. Darısı dünyayı anlamamıza yardımcı olacak kelimelerin sözlüklerimize bir an evvel girmesine.

Etiketler:

Cumartesi, Ocak 26, 2008

Genç çevreciler

Çevre alanında çalışan bir STK’nın aktif üyesi misiniz? STK’nız için ilerde yapacağınız çalışmalara ışık tutacak bir ortamda, alanında uzman eğitimcilerimizle çalışmak ister misiniz?
O halde Genç Çevreciler Eğitim Programı tam size göre!

Her alanda olduğu gibi sivil toplum örgütlerinin gelişmesinde ve güçlenmesinde de gençler öncü rol oynamaktadırlar. REC Türkiye Kapasite Geliştirme Programı kapsamında düzenlenecek olan “Genç Çevreciler” eğitim programı, sivil toplum kuruluşlarında çalışan genç beyinlere yeni ufuklar açacak, kurumsal stratejilerini belirlemelerine ve üyesi oldukları STK’ların kapasitelerini arttırmalarına yardımcı olacak pratik bilgiler ve yöntemler sunmayı amaçlamaktadır.
PROGRAMIN HEDEF KİTLESİ VE GENEL AMACI
Seminerlere, çevre alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarının 20-30 yaş arası üyeleri, gönüllü ya da profesyonel çalışanları davetlidir.
Genç Çevreciler programıyla, STK’ların:
kurumsal yönetim kapasitelerinin artırılması;
gençlerin STK’larda daha aktif rol üstlenmelerinin desteklenmesi;
diğer STK’larla iletişimlerinin ve birlikte çalışma becerilerinin geliştirilmesi;
§ güncel çevre sorunlarına yönelik çözüm arayışlarında daha etkin çalışmalarının desteklenmesi hedeflenmektedir.
EĞİTİM İÇERİĞİ
Bir haftalık program, katılımcıların ve eğitimcilerin karşılıklı etkileşim içerisinde gerçekleştirecekleri grup çalışmalarını, oyunlar ve tartışmaları da içeren bölümlerden oluşmaktadır:
§ Kurumsal yönetim bölümlerinde; STK’ların yönetim konularında karşılaştıkları sorunlara çözüm önerileri sunulması amaçlanmaktadır. Stratejik planlama, proje geliştirme, çevre projeleri için fon kaynakları, finansal yönetim ve iletişim/çatışma çözme bu bölümde ele alınacak alt başlıklar arasındadır.
§ Güncel çevre sorunlarının ele alınacağı söyleşilerde ise; öncelikli çevre sorunları ile ilgili son gelişmeler, tartışmalar ve bu sorunların çözümüne yönelik geliştirilen çağdaş yaklaşımlar önde gelen bilim insanları ve çevre uzmanları tarafından aktarılacaktır.
PROGRAM BİLGİLERİ

Eğitim Tarihi
25 Şubat – 1 Mart 2008
Son Başvuru Tarihi
15 Şubat 2008, CUMA
Eğitim yeri
Ankara

BAŞVURULAR

Başvuru için:
§ eksiksiz doldurulmuş başvuru formunu,
§ kısa özgeçmişinizi (özellikle sivil toplum ve çevre alanlarında yaptığınız çalışmaları belirterek)
§ temsil ettiğiniz STK’dan katılımınızı onaylayan bir destek mektubunu son başvuru tarihine kadar bize iletiniz.
Başvuru formunu, her eğitimin son başvuru tarihinden bir ay önce http://www.rec.org.tr/ adresinden ya da duyuru mesajının ekinden edinebilirsiniz. Başvuru formu ve özgeçmişinizi e-posta ile iletiniz.
STK’nızdan alacağınız destek mektubunun antetli kağıda yazılmış ve kuruluş başkanı ya da imza yetkisi olan bir yönetim kurulu üyesi tarafından imzalanmış olması gerekmektedir. Destek mektubunu faks ile iletebilirsiniz.
Başvuruların Değerlendirilmesi:
Başvurular arasında yapılacak ön değerlendirme sonunda, gerek görüldüğü takdirde başvuru sahipleriyle telefon aracılığıyla mülakat yapılacak ve sonuca göre eğitim katılımcıları belirlenecektir.
REC TÜRKİYE son başvuru tarihini takiben beş gün içinde eğitime başvurunuzun kabul edilip edilmediğine dair sizi e-posta ile bilgilendirecektir.
Toplantıya her kuruluş adına bir katılımcı kabul edilebilmektedir.

PRATİK BİLGİLER

REC Türkiye STK eğitimleri ücretsizdir. 6 günlük program boyunca, tüm katılımcıların sabah, öğle ve akşam yemekleri ile Ankara dışından gelecek katılımcıların şehirlerarası yol ve konaklama masrafları REC Türkiye tarafından karşılanacaktır. İstendiği takdirde, Ankara’da yaşayan katılımcılara da otelde konaklama sağlanabilecektir.

REC HAKKINDA

Bölgesel Çevre Merkezi (Regional Environmental Center - REC), 1990 yılında Macaristan’da kurulmuş bağımsız, tarafsız ve kâr amacı gütmeyen uluslararası bir kuruluştur. REC, sürdürülebilir kalkınmanın çeşitli alanlarında çalışarak, paydaşlara çevre politikaları, biyolojik çeşitlilik, iklim değişikliği, yenilenebilir enerji, çevresel bilgi ve atık yönetimi gibi konularda etkin çözümler üretmeleri için destek vermektedir.
2004 yılında kurulan REC Türkiye ofisinin misyonu, merkezi ve yerel kamu kurumları, sivil toplum kuruluşları (STK’lar), iş dünyası ve diğer çevresel paydaşlar arasında etkin işbirliğini, çevresel bilgi paylaşımını ve karar alma süreçlerine halkın katılımını destekleyerek Türkiye’nin çevre sorunlarının çözülmesine yardımcı olmaktır. REC Türkiye ayrıca, AB uyum süreci ile ilgili çalışmalara da katkı vermektedir.

Bu eğitim, “Katılım Öncesi Sivil Toplumun Güçlendirilmesi- A5: Çevrenin Korunması” Projesi kapsamında Avrupa Komisyonu tarafından finansal olarak desteklenmektedir.

Etiketler:

Çarşamba, Ocak 23, 2008

Kucuk balik yoksa buyuk balik da yok



kucuk balik yoksa buyuk balik da yok! from basak gurbuz on Vimeo.

Greenpeace'den

Denizlerimizdeki balıklar hızla tükeniyor. Akdeniz’deki stoklarımız neredeyse bitmek üzere. Greenpeace yavru balık avcılığının ve satışının durdurulması için acil çağrıda bulunuyor.Çünkü sonuç çok açık : Küçük balık yoksa, büyük balık da yok!
Greenpeace Ekim ayının başında tüm Akdeniz'de balık stoklarının tükenmesine yol açan 'yavru balık' avına ve satışına karşı bir kampanya başlattı. Yavru Balık Projesi’nin amacı çok yüksek miktarlarda yavru balık avlandığını ve satıldığını ortaya koyarak bir an önce önlem alınmasını sağlamak.
Çünkü küçük balık yoksa, büyük balık da yok! Balıklar erişkin boya ulaşmadan avlandığında denizlerimizdeki balık stokları hızlı bir şekilde tükeniyor. Ve bu durum, tüm besin zincirini etkileyen ve deniz ekosistemini neredeyse yokeden ciddi sonuçlara sebep oluyor. Bugün balık hallerinde, pazarlarda ve restoranlarda avlanması yasak olan türlere ve yavru balıklara rastlamak ne yazık ki mümkün. Bu kontrolsüz avcılık çok yakında sofralarımızdan değerli besin kaynağımızı eksiltecek ve bir çok önemli türün yokolmasına sebep olacak. Greenpeace Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın denetim ve kontrol mekanizmalarını ciddi ölçüde arttırmasını talep ediyor.
1) Yavru balık projesi ne demek ve neden 'küçük balık yoksa büyük balık da yok' ?

Yavru balık projesi; Türkiye'deki balıkçılığın denetimsiz, kontrolsüz ve plansız olarak büyümesi sonucu gittikçe artan yasadışı ve aşırı balık avcılığının yol açtığı sonuçlara ve özellikle de tüm balık stoklarının çok hızlı tükenmesine neden olan yavru balık avına ve satışına dikkat çekmek ve durdurmak amacıyla başlatılmış bir projedir. Bu projemizde, Tarım Bakanlığının görevi olan yasadışı avcılığının, denizlerden balık hallerine ve satış noktalarına kadar denetlemesi ve engellemesini talep ediyoruz. Bir yandan da balık pazarları, restoranlar ve tüketicilerin de üzerine düşen duyarlılığı göstermeleri için harekete geçirmeye çalışacağız.

Küçük balık yoksa büyük balık da yok; Her canlı türünün en az bir kez üreme şansı olmalıdır ki türünü devam ettirebilsin. Yetişkin bir balık, türüne göre değişse de, her yumurtlamada binlerce yavru verir, oysa ona bir kez bu şansı vermeden avlarsak soyu tehlikeye girer. İşte bu nedenle, balık stoklarının aşırı ve plansız avlanması sonucu azalması balıkçıların henüz yavru olan balıkları hedeflemelerine neden olmaktadır. Bu da tüm stokların yakın zamanda tükenmesine neden olacaktır, yani yavru balık avlanmaya ve satılmaya devam ederse yakın zamanda erişkin balık da kalmayacak!

2) Türkiye'de pazarlarda ençok satılan/ticari balık türleri (ve deniz ürünleri) hangileridir? Bu türlerin popülasyon durumları nedir?

Türkiye'deki en yaygın ticari türler; lüfer, palamut, hamsi, istavrit, uskumru, kalkan, barbun, tekir, mezgit, levrek, çipura, kefaldir. Bunun yanında daha büyük türler orkinos, kılıçbalığı gibi balıklar da özellikle ihracat ve turizm sektörleri için önemli ticari türlerdir. Ahtapot, kalamar gibi deniz ürünleri de yine özellikle kıyısal turizm alanlarında önemli ölçüde tüketilmektedir.

Türkiye'de hala deniz ürünleri ile ilgili bir stok değerlendirmesi yapılmadığından miktarlarını tam olarak bilemiyoruz. Ancak bu yıl yayımlanan bir bilimsel çalışmada bugün ticari türlerin pekçoğunun risk altında olduğu görülmektedir (söz konusu çalışma -ingilizce- Greenpeace internet sayfasından elde edilebilir). Ayrıca son yıllarda av sezonlarında görünen dengesizlik de bunun açık bir göstergesidir.

3) Bununla ilgili yasaları ve düzenlemeleri kim hazırlıyor ve yönetiyor?
Bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de balıkçılık ile ilgili yasa ve düzenlemelerden, ve bunların uygulanmasından TC. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı sorumludur. Dolayısıyla, yasadışı balıkçılığın bu kadar endişe verici boyutlara gelmesi, denetimsiz kalması ve uzun vadede balıkçılığın ve denizel kaynakların zarar görmesi de Bakanlığın sorumluluğudur.
Ne yazık ki Türkiye'de su ürünleri kanununa bağlı olarak iki yılda bir hazırlanan su ürünleri sirküleri, pekçok konuda kısıtlamalar, yasaklamalar getirse de bunların uygulanmaması pekçok balık türünün artık aşırı avlanmış olmasına ve tükenmeye başlamasına neden olmuştur. Durumun bu kadar vahim hale gelmesi ise Bakanlığın denetleme ve yaptırımlarını uygulamaktaki yetersizliğinin ve bir balıkçılık politikasının olmamasının sonucudur.
Avrupa Çevre Ajansı'na göre balık türlerinin çoğu güvenli biyolojik sınırları aşacak şekilde avlanmış durumda. Bu nedenle Greenpeace, bu durumun yalnızca Tarım Bakanlığı'nın değil, artık Çevre Bakanlığı’nın da sorunu olduğunu ve ciddi bir çevre sorunu olarak ele alınması gerektiğini düşünmektedir.

4) Yavru balık avlanması ve satılması yasadışı mıdır? Bu konuda diğer ülkelerdeki durum nedir?
Evet, sirkülerde belirtilen minimum balık boylarının altındaki balıkların avlanması ve satılması yasaktır. Yalnızca ağırlıkça hamsi ve istavritte %15, diğer suürünlerinde %5 oranında küçük boylara izin verilmektedir ki bu oranlar şu anda fazlasıyla aşılmaktadır.
Tüm ülkelerin bu konuda belli kısıtlamaları var. AB, bu konuda geçen yıl tarihindeki en yüksek cezayı Fransa hükümetine vererek 58 milyon Euro ödemek zorunda bıraktı. Ancak Türkiye'deki yaptırımlar yeterli derecede uygulanmadığından caydırıcı olamamaktadır.




5) Bu yasaların yaptırımının önemi nedir?
Mİnimum boyların yasalarla tespit edilmesinin amacı, henüz üreme çağına gelmemiş olan juvenil, yani yavru balıkların korunmasıdır. Balık yaşam döngüsü içinde erken avlanırsa, elde edilen verim de büyümesine izin verildiği takdirde elde edilecekten çok daha az olacaktır. Dolayısıyla yavru balık avlanması denizel kaynaklarımızın ziyanıdır. Ancak her geçen gün aşırı avlanma nedeniyle denizlerimizdeki yetişkin balık miktarı azaldığından, gitgide daha çok yavru balık hedeflenmeye başlamış, bunun sonucu olarak da balık stoklarında gittikçe artan bir baskı oluşmuştur.
Söz konusu yasa ve yaptırımlar yavru balık avını maksimum kısıtlayarak zaman içinde çok daha fazla verim alınmasına ve hem deniz kaynaklarının iyileşmesine hem de sürdürülebilir balıkçılığa adım atılmasına yarayacaktır.
6) Bu yasalara uyulmaması ne gibi sonuçlara yol açar?

Dünyada aşırı avlanma denizlere yönelik en büyük çevresel tehdit olarak görülmektedir. Stokların çoğu günümüzde aşırı avlanma kurbanıdır, ve bazı türler -Kanada morinası gibi- hızlı bir şekilde yokolmuştur. Yakın zamana kadar böyle bir çöküş mümkün görünmüyordu, oysa artık yeni araştırmalar dünyada pekçok balık türünde özellikle de büyük yırtıcı türlerde, endüstriyel balıkçılık başlamadan önceki bolluk düşünüldüğünde büyük ve ani bir düşüş olduğunu, göstermektedir.
Akdeniz de bu durumdan payını almakta. Yapılan avların hem çeşit hem de boy olarak kalitesi genel anlamda düşmüş durumda.
Tüm bu veriler, ilgili yaptırım ve yasaların acilen ciddi olarak uygulanmasının ve daha da genişletilerek önlemler alınmasının gerekliliğini kanıtlıyor. Aksi takdirde deniz kaynaklarının tükenmesi ile hem en değerli besin kaynaklarımızdan birini kaybedeceğiz hem de yaşamı buna bağlı olan insanların (öncelikle balıkçıların) geleceğini yokedeceğiz.


7) Deniz Rezervleri (veya deniz koruma alanları) bu durumu ve gidişatı nasıl değiştirebilir?

Gittikçe artan sayıda bilimsel veri kanıtlamaktadır ki, deniz canlıları ve habitatlarının acilen korunması için geniş ölçekli deniz rezervleri ağlarının oluşturulması küresel balıkçılıktaki düşüşü tersine çevirmek için anahtar olabilir.

Deniz rezervleri yetişkin ve yavru balıkların rezerv alanı sınırlarından taşması ve yumurta ve larvaların taşınması ile balıkçılık için fayda sağlayabilir. Rezerv alanları içinde popülasyonlar boyutsal olarak artar, bireyler daha uzun yaşayabilir ve böylece daha fazla büyüme şansı bularak üreme potensiyelini de arttırırlar. Deniz rezervleri, köpekbalıkları, orkinoslar, kılıçbalıkları gibi göçmen balıklar için bile fayda sağlamaktadır. Eğer deniz rezervleri onlar için değerli alanlarda yani yumurtlama, büyüme alanları veya deniz dağları gibi toplanma alanlarında oluşturulursa tehdit edici etkilerden korunmaları kolaylaşır. Geniş ölçekli deniz rezervleri, balıkçılık, maden arama ve atık boşaltımı gibi tüm tahrip edici faaliyetlere kapalı alanlardır. Bu alanlar içinde hiçbir insan faaliyetine izin verilmeyen, örneğin sadece bilimsel referans alanları olarak kullanılan veya özellikle hassas habitat ve canlıların bulunduğu 'çekirdek bölgeler' oluşturulabilir. Bunun yanında kıyı şeridi alanlarında, küçük ölçekli tahrip edici olmayan balıkçılık faaliyetlerine, ekolojik sınırlara uymak ve sürdürülebilir olmak kaydıyla açık olan ve yerel halkın tam katılımı ve kararı ile oluşturulmuş alanlar da tespit edilebilir.Deniz rezervleri, kurulma nedenlerinin başında balık stoklarının korunması olsa bile, sadece aşırı avlanma ile ilgili değildir. Rezerv alanları, deniz yaşamının kirlilik dahil pekçok etkiden korunması için en etkili yollardan biri olarak görülmektedir.
8) Bu yasaların etkili olması için neler yapılabilir?

Greenpeace'in balık halleri ve pazarlarında yaptığı araştırma ve balıkçılarla yaptığı görüşmeler sonucu, yüksek miktarda yavru balık avlandığı ve rahatlıkla satılabildiği gözlendi. Bunun en önemli nedeni varolan sınırlamaların rahatlıkla gözardı edilmesi yani neredeyse hiç kontrol ve denetimin yapılmamasıdır. Örnek vermek gerekirse, Marmara denizinde trol avcılığı yasak olmasına rağmen hala yapılmakta, veya av sezonu kapandığında bile pekçok bölgede endüstriyel avcılığın devam ettiği rahatlıkla gözlenebilmektedir. Avcılığın yasak olduğu özel koruma alanlarında bile avlanma yapılabilmektedir.
Öncelikli olarak acilen yasadışı avcılığın durdurulması için etkin bir kontrol mekanizmasının hayata geçirilmesi, ayrıca deniz yaşamının korunmasını da içeren sürdürülebilir balıkçılık politikası oluşturulması şarttır.

Greenpeace'in yavru balık projesi ile dikkat çekmek istediği nokta budur. Ayrıca bu konuda balıkçıdan tüketiciye herkesin duyarlı ve aktif olması da son derece önemlidir.

9) Tüketicinin ve balık satanların bireysel olarak yapılacekleri nedir?

Balık satıcılarının ve restoranların yapabilecekleri çok açıktır; yavru balık almamak ve satmamak, hatta bu konuda örnek oluşturarak tüketiciyi de bilinçlendirmek. Tüketici ise bu konuda çok önemli bir rol üstleniyor. Tüketiciler yavru balık satın almayarak balık stoklarını ve dolayısıyla deniz kaynaklarını korumak adına ciddi bir baskı oluşturabilirler.

Özellikle tüketicileri bilinçlendirmek ve harekete geçirmek için hazırladığımız sembolik balık boyu ölçüm cetveli ile yasal boyları kontrol edebilir ve bu konudaki duruşunuzu gösterebilirsiniz (www.greenpeace.org.tr). Yalnızca satın almamak değil, aynı zamanda nedenini de belirterek yavru balığa talep olmadığını göstermeniz de çok önemlidir.
10) Bu projenin sonraki aşamaları nelerdir?

Balık pazarlarında yaptığımız incelemelere devam edeceğiz. Ayrıca balık satılan yerlerde tüketiciye ve balıkçıya balık ölçüm cetvelini dağıtarak mümkün olduğunca bu konudaki bilinci arttırmaya devam edeceğiz. Zamanla bu çalışmaya kendi sektörlerinin geleceği için balık stoklarını korumak adına, balıkçı kooperatiflerinin, balık hallerinin, pazarlarının ve restoranların da öncülük etmelerini umuyoruz. Bu amaçla onlarla görüşerek projeyi genişletmeyi hedefliyoruz. Bu girişimlerin yetkilileri de yasadışı avlanmaya karşı daha ciddi önlemler almaya ve denizlerimizin ve balıkçılığımızın geleceği için bir strateji oluşturmalarına yardımcı olmasını bekliyoruz. Bunun ilk adımı da bir sonraki (2008-2010) olan su ürünleri sirkülerinde bilimsel gerçeklere dayanan ve yaptırımların uygulanacağı kontrol mekanizmalarını da içerecek şekilde hazırlanmasıdır.

Cetveliniz burada. Balikciniza cetvel ile gidin yavru baliklari kurtarin

Etiketler:

Pazar, Ocak 20, 2008

Cesaret gerek

Güneşe rağmen çok soğuk bir havada Hrant Dink’i anmaya gittik. Hrant için ve adalet için. 1 yıl ne çabuk geçmiş. Evden çıkmadan önce gazeteleri okudum. Hrant’in arkadaşları köse yazarları gecen yıl bugün o acı haberi nasıl aldıklarını anlatmışlar. Ben de çok net hatırlıyorum. Arkadaşım aradığında bir alışveriş merkezindeydim. Dışarı çıkıp bir mağazanın onlarca televizyonu sergilediği vitrininde Hrant’i yerde yatarken gördüm. Benimle beraber birçok insan öylece izliyordu. Simdi düşününce 11 Eylül saldırılarını da yine ayni şekilde dışarıda bir dükkânın televizyonundan izlediğim aklıma geldi. Böyle giderse cinayetleri anında izleyeceğiz, çok kalmadı. Neyse. Bugünkü anmada binlerce polis vardı. Sadece bir tanesi gecen yıl orada olsaydı bir insanin yaşamı kurtulacaktı. Gecen yıl boyunca çok şey söylendi bu cinayet üzerine ama üzerindeki perde – sır perdesi demiyorum – hala kalkmadı. Bir tek tuğlayı çekmek ne kadar zormuş meğer. Önümüzde emniyetin bir otobüsü vardı. Mobil Yönetim Merkezi logolu büyükçe bir otobüs tam Agos’un karşısındaydı. Eve gelince haberlerden izledim meğer etkinliği onlarca kamera ile kare izliyorlarmış bu sistem sayesinde. Çok beğendim. 366 gün önce on değil sadece bir kamera olsaydı ya. Rakel sözleriyle acılarını, taleplerini en iyi bicimde ifade etti. Birazını kayda alabildim. Konuşması esnasında yanında duran avukat cübbesi giymiş gibi duran bir kadın vardı. Rakel’in titreyen elinden tutuyordu. Arundhati Roy’mus. Rakel’den önce Oral Çalışlar bir konuşma yaptı. "Suskun toplumun konuşan çocuğu Hrant olmadan biz çok yalnız ve eksiğiz" dediğini Bianet’ten okudum. Yarim saat içerisinde anma bitti ve insanlar dağılmaya başladılar. 11 Şubat’ta davayı izlemek için tekrar buluşulacağı anonsu yapıldı. Hemen ayrılmak istemedim Sanki biz gidince, biz orada olmayınca yeni tezgâhlar planlanacak, bebeklerden katiller yaratılacak, insanlık bir kez daha vurulacaktı.

Çarşamba, Ocak 16, 2008

Hrant için, adalet için


"artik sadece düsünmenin ve sadece anlamanin da, tekbasina yeterli olmadigini bir gün anlamamiz gerekiyor..."
"bizimle birlikte Türkiye topraklari üzerinde yasayanve bizlerle birlikte bu topraklar üzerinde toprak olmak isteyen gazeteciydi Hrant Dink.."
19 ocak'ta, saat üçte, ayni yerde, AGOS Gazetesi'nin önündeyiz..!azinlik degil, esitlik için,baris için,kardeslik için,hrant icin,adalet için...
Cizgi: Vahit Akça

Etiketler:

Osmanli'da çevre sorunlari


Toplumsal Tarih'in son sayisindan BirGun'un kultur-sanat sayfasinda cikan "Osmanli'da kirliymis" baslikli tanitimi sayesinde haberim oldu. Daha iyi bir baslik bulabilirlerdi editor bugunun sorunlarina bir baglanti kurarak ama bu yuzden dergiyi almamazlik etmedim. Bu dergiyi ilk defa, o da "Osmanli'da cevre sorunlari" baslikli bir dosya konusu icin aldim. Yayin Yonetmeni Aksit editoryal yazisinda dosya editoru Hamdi Genc'in bu konuyla ilgili bir doya olusturma teklifi karsisinda ilk basta "Osmanli'nin nasil bir cevre sorunu olabilir" diye dusunmus ve bunu cevre sorunlarinin sanayilesme sonucu ortaya ciktigi gorusune dayandirmis. Ilk bakista ben de hak verdim ama sonra aklima Clive Pointing'in yazdigi " Dunyanin Yesil Tarihi" kitap geldi. Pointing, Pasifik Okyanusu'nda kucuk bir ada olan Paskalya Adasi'nin ( Buyuk insan heykellerini hatirlayin) nasil olup da sanayi devriminden cok onceleri, 1500'ler, ekolojik bir felakete suruklendigini anlatir. Adada 20 kisi ile baslayan sosyal hayatin nasil kompleks bir uygarliga donustugu ama bitki ortusu ve ormanlar gibi dogal kaynaklari surdurulemez bir bicimde kullanmalarinin bu uygarligin sonunu getirdigi gercegi insani irkiltiyor. Suphesiz sanayilesme cevre sorunlarini belki de geri donulemez bir boyuta tasidi ama bu sanayi devrimi oncesi sorunlari perdelemiyor. Sorun kaynaklarin kullaniminda yatiyor. Osmanli'da bildigimiz kadariyla ekolojik bir felaket yasanmadi. Bu dosya bence ozel bir ilgiyi hakkediyor. Yeni tartismalar ve gecmisimize bir de cevre acisindan bakabilmek icin bir baslangiç olabilir.
Dosya tanitimi:
Dosya’da yer alan ilk yazı aynı zamanda dosyanın editörlüğünü de üstlenen Hamdi Genç’e ait. “İstanbul Boğaziçi Sahillerinde Sanayileşmeye Gösterilen Tepkiler" başlıklı yazıda, Boğaziçi’nin hem Avrupa hem de Anadolu sahillerinde 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin sanayileşmesinin bir tezahürü olarak görülen çarpık sanayileşmeye halkın ve kamu otoritelerinin tepkileri iki örnek üzerinden açıklanıyor.Haliç’ten Osmanlı Irakı’na Çevre Sorunları Dosya’da yer alan bir diğer yazı, M. Sait Türkhan’ın, "19. yüzyılda Haliç’te Çevre Sorunları ve Deniz Kirliliği" başlıklı makalesi. Yazar; Haliç ve çevresinde meydana gelen kirliliğin nedenlerini; tabiat şartlarından kaynaklanan kirlilik, insan eliyle meydana gelen kirlenme ve sanayi tesislerinden kaynaklanan kirlilik başlıkları altında inceliyor.Filiz Dığıroğlu, "Osmanlı Devleti’nde Hava Kirliği" başlıklı makalesinde 19. yüzyılda İstanbul’daki sanayileşme ve deniz ulaşımında kullanılan vapurların bacalarından çıkan duman nedeniyle meydana gelen hava kirliği ve devletin ilgili birimlerinin bunu önlemek amacıyla aldıkları önlemlere ilişkin değerlendirmeler yapıyor. Burcu Kurt, "Osmanlı Irak’ında Petrol ve Petrole Dayalı Çevre Kirliliğinin Keşfi” başlıklı yazısında, Osmanlı Irak’ı ile İran toprakları arasından geçen ve “bölge halkının yegâne içme suyu kaynağı olmanın yanı sıra sosyoekonomik hayatı açısından da önem taşıyan Şattü'l-Arap” Nehri’nin petrol nedeniyle kirlenmesini ele alıyor. Dosyada yer alan son yazı ise Emel Soyer’in kaleme aldığı “Osmanlı Dönemi Kasımpaşa Deresi Islah Çalışmaları”. Yazı, Kasımpaşa deresinin “18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın sonuna kadar geçen dönemde bir sorun haline gelerek çevredeki insanların şikâyetlerine sebep olan kirliliğin” faktörlerini ve devletin bunları gidermek için aldığı önlemleri değerlendiriliyor.

Etiketler:

Cuma, Ocak 11, 2008

Oturan boga - Vahit Akça


Etiketler:

Perşembe, Ocak 10, 2008

70+ Türkiye'nin en iyi blog siteleri

Webgezegeni 70+ Türkiye'nin en iyi blog siteleri baslikli bir yazi yazmis. Listede Alterblogalisation'un da bulunmasi gurur verici. Yazi ve bloglar asagida.

Blog, aslında web günlüğü demek, kişisel veya birkaç kişinin oluşturduğu halka açık web üzerinden yayınlanan günlükler. Blog siteleri genelde hergün güncellenir ve yazarlarının kişiliklerini taşırlar. Blog sitelerinde nasıl yazılar yazıldığını, nelerin daha fazla ilgi çektiğini ve ne şekilde yazıldıklarını öğrenmek için olabildiğince çok blog sitesi ziyaret etmek ve incelemek gerekir. Blog yazmaya yeni başlayanlar veya blog'un ne olduğunu öğrenmek isteyenler için bende bugün ülkemizin en iyi blog sitelerini araştırdım. Bu listeye öncelikle "dünyanın" en iyi blog siteleri olarak gösterilen iki siteyle başlayalım isterseniz. Leo Babauta'nın sitesi 'zenhabits' ayrıntılı olarak inceleyebileceğiniz sitelerin başında geliyor. İkinci site ise blog yazarları arasında en popüler olan John Chow'un sitesi. Bir blog yazarı bu iki siteyi detaylı bir şekilde incelemeli. Gelin şimdi de ülkemizin blog sitelerine bakalım. İşte ülkemizin en çok ilgi çeken blog sitelerinin listesi...

Etiketler:

ULUSAL BİYOGÜVENLİK YASAMIZ DERHAL ÇIKARILMALIDIR!

GDO’lu tohum satışı Fransa’da sivil toplum örgütlerinin kararlı mücadelesi sonucunda 9 Şubat 2008’e kadar durduruldu. Bu süre içinde Fransa Hükümeti GDO’ların çevre ve sağlık etkilerini yeniden değerlendirecek ve yeni yasa çıkarılacak. Bu bağlamda Fransız köylü lideri Jose Bove ve 15 arkadaşı, Fransa Hükümeti’nin GDO’ları tamamıyla yasaklaması için açlık grevine başladılar. Bu mücadeleye destek vermek amacıyla Çiftçi Sendikaları Konfederasyonlaşma Platformu Sözcüsü Abdullah AYSU ve Bilge Seçkin GDO’ya Hayır Platformu’nu temsilen Jose Bove ve 15 arkadaşını ziyaret etmek ve görüş alışverişinde bulunmak üzere Fransa’ya gidiyorlar.GDO’lar (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar-ekinler-gıdalar) Türkiye’ye yıllardır hiçbir kontrole tabi olmadan girmeye devam ediyor. Tarım Bakanları’na konuyla ilgili olarak yöneltilen yazılı soru önergelerine verilen cevaplar ise çok ilginç: “Mevzuat olmadığından dışarıdan gelen ürünleri analiz etmeye gerek görmüyoruz”.Cevaplar ilginç olmasının yanında bir o kadar da düşündürücüdür! Zira, Tarım Bakanlığı’nın GDO analizi yapabilecek 2 laboratuvarı var. Bu sayı, GDO’lar konusunda son derece titiz davranan AB ile ilişkiler açısından son derece önemli, analiz yapmasa da laboratuarımız var. Ancak, diğer tarafta da GDO ekim alanı ve üretimi açısından dünya lideri ABD var. Türkiye, dünyada en yaygın yetiştirilen GDO’lu ürünlerin büyük çoğunluğunu ne yazık ki bu ülkeden almaktadır.Türkiye hemen her yıl olduğu gibi, 2007 yılında da yurtdışından mısır ithal etmek zorunda kalmıştır. 235 bin tonluk alımın 110 bin tonu, GDO tarımında dünyada ABD’den sonra ikinci sırada gelen Arjantin’den yapılmıştır. Platformumuz bünyesindeki bir sivil toplum örgütü, Arjantin’den gelen mısırlardan aldığı numuneleri analiz ettirmiş, sonuçta bu mısırların GDO’lu oldukları ortaya çıkmıştır. Aslında Türkiye’nin her bölgesi mısır tarımına uygundur. Ancak, politikasızlık sonucu mısır dışarıdan alınmakta, kendi çiftçimizden esirgenen destekler uluslararası tekellere ve onların GDO’lu ürünlerine verilmekte.Sağlık, çevre ve sosyoekonomik açıdan olumsuzlukları artık net bir şekilde ortaya çıkmış GDO’ların ülkemize sokulmasında, hiç de öyle siyasilerimizin dediği gibi bir serbestlik yoktur. Türkiye Cartagena Biyogüvenlik Protokolüne taraf bir ülkedir ve uluslararası sözleşmeler Anayasamıza göre kanun hükmündedir. Protokole göre Türkiye GDO’lara yönelik olarak mevzuatını oluşturmalı ve Ulusal Biyogüvenlik Yasasını, GDO’ları yasaklayan bir kapsamla derhal çıkarmalıdır.Siyasetçilerimizin tüm dünya çapında verilen GDO karşıtı mücadeleyi ve bağımsız bilim insanları tarafından yapılan bilimsel çalışmaları dikkatle takip etmesini talep ediyor, mücadelemizi GDO’lar ülkemizde ve dünyada tamamıyla ortadan kalkana kadar sürdüreceğimizi bir kez daha ilan ediyoruz.
Yaşam Patentlenemez!
GDO’ya Hayır Platformu
Ingilizce ve Fransizca metinler icin bakiniz: www.gdoceviri.blogspot.com

Etiketler:

Salı, Ocak 08, 2008

Kenya? - Vahit Akça


Etiketler:

Pazartesi, Ocak 07, 2008

BEŞİKTEN MEZARA TARIMSAL YAKITLAR


Tarımsal yakıt… Fosil yakıtların 200 yıllık tüketiminin sonuçlarını bir dizi felaketler silsilesi olarak yaşayan ve en kötülerini henüz yaşamamış olan günümüz dünyasında kulağa çok hoş geldiği kesin. Hatta öyle hoş geliyor ki ABD Başkanı George BUSH, Şubat 2006’da yaptığı açıklamada sevincini gazetecilere şöyle dinlendiriyordu: "Çiftliklerimizde ot yetiştirerek enerji sektörüne atılabileceğiz! Otu biçip, enerjiye dönüştüreceğimiz günler yaklaşıyor!".(1). İşte tam bu noktada hafızasına birazcık neşter atanlar; dünya savaşları sonrası açlığı sonuna kadar yaşamışların dünyasında, yani 1960’larda da “yeşil devrim”in aynı derecede kulağa hoş geldiğini anımsayabiliyor.
Dolayısıyla; yeni bir teknolojik olguyu tartışırken “hayatın gerçekleri”, “sınırsız ihtiyaçlar” ve “sınırlı kaynaklar” terimlerini kullanmaksızın; bu teknolojik olgunun 50 yıl sonra yaratabileceği sonuçları bugünden açıklıkla ortaya koymak gerekiyor. Ancak bugünün koşullarını değişmez ya da saf doğru kılarak böyle bir tartışmayı yürütmek mümkün dahi değil. O nedenle de en baştan açık yüreklilikle belirtiyoruz ki, tarımsal yakıtlar gibi dünyanın en ciddi sermaye akışının döndüğü, enerji ve tarım gibi iki alana birden hâkim bir konuda, ne kimsenin “sadece bilim yapma, ama toplumsal sorunlarla ilgilenmeme lüksü” vardır; ne de “hayatın realitelerinden dem vurup, tarafsız görünme”…
Uzun sözün kısası, temel niyetimiz, tarımsal ürünlerin enerji kaynağı olarak kullanılmasının ekolojik sistem üzerinde ve toplumsal hayatın işleyişinde doğurabileceği olası sonuçları bugünden öngörmek ve tarımsal yakıtlara bakış açımızı buna göre belirlemektir.
Ekosistem ve Tarımsal Yakıtlar
Tarımsal yakıtların yeni bir ilgi odağı olmasının nedeni nedir? İnsanlık bu teknolojiye ancak şimdiler de mi ulaşmıştır? Aslında bu teknoloji, özellikle etanol üretimi söz konusu olduğunda, neredeyse 100 yıldır uygulanabilir niteliktedir. Etanolun yani bildiğimiz içilebilir alkolün, fermantasyon ile üretilmesinin temelleri şarap yapımcılığına dayanır. Buradan üretilen alkolün yanıcı olduğu da uzun yıllardır bilinmekte ve ispirto olarak kullanılmaktadır. Ancak gelinen süreçte uygarlığın enerji gereksinimini karşılayan petrol kökenli yakıtların azalmaya başlaması ve muhtelif sorunlar yaratması yeni arayışlara sebep olmuştur. Bitkisel kaynaklardan gelen şekerin fermantasyonu ile üretilen yanıcı etanolun ve yine muhtelif doğal kaynaklardan gelen yağların işlenmesiyle üretilen dizel yakıtın sahneye çıkmasının altında yatan itici güç işte budur. Bu nedenle tarımsal yakıtlar modern toplumun enerji ihtiyacına yönelik sorunlarda çözüme yönelik bir alternatif olarak ele alınmaktadırlar. Ve yine bu nedenle çoğu kez çevre dostu, küresel ısınma sorununun çözümü ve / veya enerjide dışa bağımlılık sorununa çare olarak tanıtılmaktadırlar.
Ancak kolayca anlaşılabileceği gibi modern toplumun enerji üretim süreçlerinin yarattığı sorunlar ve bunların muhtemel çözümleri karmaşık konulardır ve bu konuda atılan adımların sonuçları itibariyle dikkatlice incelenmesi gerekir. Bu sorunlar ve tarımsal yakıtların bu sorunlara getirdiği veya getirebileceği olası açılımları tek tek incelemekte fayda görmekteyiz.
Küresel Isınma ve Tarımsal Yakıtlar
Tarımsal yakıtlar tamamen doğal oldukları için sıklıkla küresel ısınma sorununun dışında kabul edilmektedirler. Ancak bir şeyin doğal olması onun sorunsuz olduğu anlamına gelmez. Örneğin küresel ısınmaya olan katkısı nedeniyle sıklıkla uluslararası kamuoyu tarafından şiddetle eleştirilen Avustralya’nın sorunu fabrikalarından değil sığırlarından kaynaklanmaktadır (2). Endüstriyel boyutlardaki hayvancılık nedeniyle atmosfere salınan ve genelde doğal gaz olarak bilinen metan gazı (CH4) daha tanıdık bir küresel ısınma suçlusu olan karbondioksitten (CO2) 56 kat daha kuvvetli bir sera gazıdır (3). Doğal olan her şey iyi olmadığı gibi petrol de pek doğa dışı sayılamaz. En azından uzaydan gelmediği herkesçe görülebilecek bir gerçektir. Bu nedenlerle olayı basitçe doğal mı doğa dışı mı ikilemine indirgeyerek tartışmak pek de “doğal” bir tavır olmayacaktır.
Ancak yine de tarımsal yakıtların petrole göre bir üstünlüğünden söz edilebilir mi? Yani kıyaslamada daha iyi olabilirler mi? Dünyanın en önde gelen bilimsel yayınlarında yapılan pek çok üst düzey bilimsel çalışma bunun tam tersini söylüyor. Science gibi en üst düzey bilimsel yayınlarda çıkan araştırmalar, tarımsal yakıtların üretim süreçleri de dikkate alındığında kimi zaman petrolden daha çok sera gazı yaydığını (4) ve dahası örneğin etanol üretimi için zaten kullanılmakta olandan daha fazla doğal gaz kullanma gerekliliğinin ortaya çıktığını açıkça gösteriyor (5). Enerji ve kirlilik konularında uzun dönemli tecrübeye sahip Amerikalı bir federal yetkili durumu çok güzel özetliyor “vergi indirimleri ve hedef belirleme çalışmaları ürünlerin yaşam döngüleri (ürünün üretiminden tüketimine kadar geçen tüm süreç ve işlemlerinin toplamı) dikkate alınmadan yapılmıştır”. Görünen odur ki, söz konusu olan şey yaşam döngüsünden çok politik döngüdür (6).
Tarımsal Yakıtlar ve Su
Dünyamızın ciddi bir su krizi içinde olduğu açıktır. Ayrıca modern tarımsal yöntemlerin ülkemizin de GAP örneğinde üzücü bir şekilde yaşadığı gibi su kaynaklarını nasıl geri dönüşümsüz biçimde yok ettiği de ortadadır. Yakıt üretme amaçlı olarak yapılacak olan ve şimdikinden bile büyük ölçekli bir endüstriyel tarımın zaten son derece kısıtlı olan su kaynakları üzerinde yaratacağı baskı da ayrı bir sorun oluşturacaktır. Üstelik de tüm bunlar Cornell Üniversitesi Tarım ve Yaşam Bilimleri Koleji profesörlerinden David Pimentel’in Arizona senatörü John McCain’e Şubat 2005 tarihinde yazdığı mektupta da belirttiği gibi anlamsız bir iş için atılmış adımlardır. Prof. Pimentel’in belirttiği üzere bugünkü etanol üretim değerleri üzerinden yapılabilecek çok basit hesaplamaların gösterdiği gerçek ABD’nin tüm mısır üretiminin etanol üretimi için kullanılması durumunda bile sadece taşıtlarda kullanılan yakıtın bile ancak %7’sini karşılayacağıdır (8).
“Boş” Tarım Arazilerinin Değerlendirilmesi
Tarımsal yakıtlarla ilgili bildik sloganlardan birisi de “boş” tarımsal alanların bu şekilde değerlendirilecek olmasıdır. Öncelikle boş veya kullanılmayan tarım alanı diye bir şey yoktur, olamaz. Bu kelimenin tam anlamıyla kendisi ile çelişen bir açıklamadır. En azından bu gezegende tarım alanları doğal olarak bulunmaz ve insanlar tarafından açılırlar. Bu da ihtiyaç üzerine gelişir. Bu ihtiyaç, ister toprak ağasının daha çok kazanma isteği olsun, isterse topraksız köylünün mera alanında açtığı tarlası ile geçinme isteği olsun her durumda insan kaynaklıdır. Dahası Türkiye yüz ölçümünün %35’i (bazı kaynaklarda %46’sı !!!) hali hazırda tarım alanıdır (9). Ülkemizin ciddi bir kısmının da dağlık olduğu düşünülür ve bu değerlendirmede şehir yerleşimleri, akarsu ve göller de dikkate alınırsa ki toplamı %36 kadardır (9), “boş” tarım alanı tabiri ile ormanlar ve doğal yaşam alanlarının kastedildiği kolayca anlaşılacaktır.
Ayrıca tarıma elverişsiz ve / veya boş alanlarda tarım yapılması fikrinin orijinal sahibinin GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) üreticisi biyoteknoloji şirketleri olduğunu hatırlamak bile tarımsal yakıt “işi” ile kimin ilgilendiği konusunda önemli bir fikir verebilecek niteliktedir. Dahası Alternatif Enerji ve Biyodizel Üreticileri Birliği (ALBİYOBİR) Genel Sekreteri Tamer Afacan’ın 23.03.2006 tarihinde yaptığı “5 milyon dolarınız yoksa bu işe girmeyin… Bu iş ciddi bir iştir, ciddi bir yatırım gerektiriyor. Hadisenin basite indirgenmesi son derece yanlıştır”, açıklamasının da gösterdiği gibi bu “iş” hiç de küçük çiftçi dostu bir kırsal kalkınma modeli örgütlemek amacında değildir(7). Adı üzerinde bu bir “iştir” ve her iş gibi piyasa kuralları çerçevesinde yürür, yürütülür.
Ciddi Teknik Sorunlar
Aslına bakılırsa meselenin teknik boyutu bile hala sorunludur. Tarımın endüstriyelleştirip mevcut iktisadi sistemin çarklarından biri haline getirilme projesinin, “yeşil devrim” adı altında başlatılmasından bugüne gelinceye dek geçen süreç dikkatlice incelendiğinde, tarımsal yakıtların varlık sebebi daha iyi anlaşılabilir. Örneğin ortaya çıkan muhtelif verimsiz atığın (sanayi atığı yağlar gibi) değerlendirilip sermayeye dönüştürülmesi ve kolayca oynanabilen ürün fiyatları üzerinden ucuza kapatılacak gıda ile Petro-kimya endüstrisinin yüksek kâr marjlı iş alanına sıçrama imkânı ve benzeri olanaklar tabii ki her ticari kurum için göz kamaştırıcı fırsatlar sunar. Ancak bu yapılırken dikkat edilmesi gereken temel hususun gelir gider dengesi olduğu açıktır. İşte bu noktada “çevreci” edebiyatla (ekolojist değil !!!) şirketlerin mantığının çakıştığı bir noktaya gelinmektedir. Şöyle ki, California Teknoloji Enstitüsü verilerine göre mısır etanolu için üretilecek her 1 Megajul enerji eşdeğeri yakıtın üretimi sırasında 0,77 Megajul fosil yakıt enerjisi kullanılmaktadır. Aynı değer selüloz etanolu söz konusu olduğunda 0,1 Megajul’e düşmektedir. Bu durumda gözler selülozdan üretilecek şekere dayalı bir etanol endüstrisine çevrilmektedir. Ancak bugün hala selülozu yapıtaşı olan şekere parçalayacak selülaz enziminin yeterli miktarda üretimi gerçekleştirilebilmiş değildir. Aslında bu enzimin bolca üretilmesi mümkün olmayan bir iş değildir. İddia edilen şey ise bu sayede atık bitkisel materyalin yakıta dönüştürüleceğidir. Ancak aklıselim sahibi her insanın kolayca görebileceği gibi bu ulaşılabilir hedefe varıldığında, günümüzde selülozun en temel kaynağı olan ormanlar etanol olup benzin depolarımıza akacaktır. Zaten atılarak heba olduğu iddia edilen selüloz içeriği yüksek bitkisel materyalin çoğu hali hazırda hayvan yemi olarak kullanılmakta veya kullanılabilir nitelik taşımaktadır. Sonuç olarak kolayca görülebileceği gibi endüstrinin çözmeye çalıştığı ve çevresel amaç güttüğü öne sürülen ciddi teknik sorunlar bile aslen kâr marjını yükseltme amacı taşıyan Ar-Ge çalışmalarıdır.
Tarımsal Yakıtların Toplumsal ve İktisadi Hayata Etkileri
Tarımsal Ürünü Yakarsak; Ne Yiyeceğiz?
Şimdi, güncel veriler ışığında, tarımsal ürünlerimizi yakıt olarak kullanmayı tercih etmenin yaratabileceği olası sonuçları değerlendirelim. Üstelik bu küresel çaptaki değerlendirmeyi yine küresel bir örgüt olan ve verilerini hemen her çevrenin kabullendiği Birleşmiş Milletlerin açıklamaları doğrultusunda yapalım.
Veri 1: Bugün dünyada 824 milyon kişi açlık sınırının altında yaşıyor.
Veri 2: Yoksullar, gelirlerinin %50 ila %80’ini beslenmeye ayırmak zorundalar.
Veri 3: Gıda maddesi fiyatlarında %1’lik artış 16 milyon insanın açlık sınırının altına düşmesi anlamına geliyor.
Veri 4: Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, Haziran 2007’de yayınladığı “Gıda Görünümü” adlı raporla; tarımsal yakıtlara artan talebin gıda fiyatlarını artırdığını ve en fazla fiyatı yükselen gıda maddelerinin yüzde 13 ile ağırlıklı olarak tarımsal yakıt üretiminde kullanılan bitkisel yağlar ve iri taneli hububat olduğuna dikkati çekti. (10)
Veri 5: Uluslararası Gıda Politikaları Araştırma Örgütü’nün tahminine göre temel gıda maddelerinin fiyatları 2010’da %23 ila %30 oranında artış gösterecek. (11)
Bu beş veriyi yan yana koyduğumuzda; tüm bilinmeyenleri bilinen bir denklem ortaya çıkıyor. Ve kısaca bu denklemde eşitliğin diğer tarafındaki veri çok açık; “bu gidişat sürerse 2025 yılında 1,2 milyar kişi açlık çekiyor olacak. (12)
Peki ya ne için? Gelişmiş ülkelerin refah içinde yaşayan ailelerinde kişi başına bir araba düşebilsin diye… Zira gelişmiş ülkelerin tarımsal ürünlerini yakmak gibi bir niyetleri yok. Daha ziyade kendi ürünlerini gıda olarak kullanıp, gelişmekte olan ülkelerin ürünlerini tarımsal yakıt olarak ithal etmeyi düşünüyorlar. Brezilya’daki çocukların midelerinden Amerika’daki Chevrolette’lerin depolarına bağlanan boruları Avrupa Komisyonu'nun ticaretten sorumlu üyesi Peter Mandelson şöyle izah ediyor: "Biyoyakıt politikası, bir sanayi ya da tarım politikası değil, bir çevre politikasıdır. Avrupa, biyoyakıtın büyük bölümünü ithal etmeyi kabullenmeye açık olmalı. Birliğin daha ucuz ve temiz alternatifler varken kendi üretiminde ısrar etmemesi gerekir.” (13) Daha açık bir şekilde izah etmek gerekirse; Mandelson diyor ki; “Tarımsal yakıt konusu biz gelişmiş ülkelerin tarımı için genel bir politika değildir. Sadece aynı hızda tüketimimize devam ederken çevreye de saygılı (!) olabileceğimiz; bedelini ise ithal ederken, ithalini yaptığımız ülkelere ödetebileceğimiz güzel bir enerji kaynağıdır.”
Kim Üretecek, Kim Tüketecek?
Bugün dünyadaki ham petrolün %18’i ABD tarafından çıkarılmakta, buna karşın %30’u ABD tarafından tüketilmektedir. Kısaca bugün ABD petrol ihtiyacının yarısını ithal ederek karşılamaktadır. Buna karşın dünya petrolünün %33’ünü üreten Orta Doğu; yine dünya petrolünün %5’inin tüketmektedir. (14) Ortadoğu’nun savaş ve yoksulluk içindeki mevcut durumuna bakılarak; bu petrol üretiminden kar ettiğini iddia etmek en azından safdillik olarak tabir edilebilir. Ancak ilginç bir şekilde ABD bu denklemden karlı çıkmaktadır. Hatta bu karlı çıkıştaki metodu oldukça beğenmiş olan ABD Başkanı Bush; aynı metodu tarımsal yakıtlarda da uygulama hedefindeydi ki Mart 2007’de yaptığı Latin Amerika ziyaretleriyle ilk adımları da atmış oldu.
Bush, Latin Amerika ziyaretinde tarımsal yakıt üretimi ve ithalatı konusunda Brezilya Başkanı Lula ile bir anlaşma imzaladı. Anlaşma bir yana, öncelikle bilinmesi gerek önemli bir nokta var. ABD mısır üretiminin tamamını tarımsal yakıta ayırsa dahi ihtiyacının sadece %7’sini karşılayabiliyor. Yani aslında ABD, tarımsal yakıt üretiminde bir numara olan Brezilya’ya muhtaç. Bu muhtaçlığa rağmen, dünyanın en büyük çiftçi örgütü Via Campesina ve Brezilya’da zamanında Lula’ya destek vermiş tüm örgütler, Bush ile Lula anlaşmayı imzalar imzalamaz yaptıkları açıklama ile bizlere şöyle seslendiler: “Sakın aynı hataya düşmeyin!”
Neydi bu düşülmemesi gereken hata?
Birincisi; yarattığı istihdam sorunudur. (Her kim ki tarımsal yakıtların küçük aile çiftçiliği ile üretilebileceği, bu işe büyük tarım şirketlerinin girmeden de yürüyebileceğini iddia ediyorsa, lütfen yazının geri kalanını okumasın. Zira uğruna savaşların yapıldığı, Orta Doğu’daki kanın on yıllardır hiç durmadığı bu kadar ortadayken; tarımsal yakıtlara dev çok uluslu şirketlerin el atmayacağını söylemek; iyi niyetten kaynaklanan bir düşünce olarak dahi değerlendirilemez). Şöyle ki; şeker kamışının üretildiği her 100 hektarlık alanda küçük aile tarımı yapılsa 35 kişi istihdam edilebilirken; şirket tarımcılığı ile bu rakam 1’e düşüyor. Zaten 25.000’den fazla kölenin işçi olarak Amazonlarda kaçak çalıştırıldığı tahmin edilen Brezilya’da henüz köle olmayan çiftçiler de bu süreçte köleleştiriliyor.
İkincisi; şirketler eliyle yürütülecek olan tarımın hangi şirketler eliyle yürütüleceği sorunudur. Örneğin Brezilya’nın en büyük şeker kamışı üreticisi olan Cevasa’nın hisselerinin %63’ünü 2006 yılında Cargill satın aldı. (15) Böylece şeker kamışı piyasası resmen genetiği değiştirilmiş tohumlarla tanışmış oldu. Zaten hiç kimsenin yemeyeceği, sadece yakıt olarak kullanılacak olan hızlı büyüyen genetiği değiştirilmiş bitki türlerine de karşı çıkan olmaz herhalde(!).
Şimdi şöyle bir başa dönelim, şu Brezilya’ya muhtaç olan ABD kısmına… 25.000 köle; sayısı belirsiz topraksız işçi ve dev tarım şirketlerinin ücretsiz-sigortasız işçileri durumundaki Brezilyalılara gerçekten muhtaç mıdır ABD? Burada muhtaç olanın ABD değil; Brezilya olduğu kesin. Tıpkı Orta Doğu’da olduğu gibi Brezilya’da da, biri yiyor, biri bakıyor… Ama kıyamet bir türlü kopmuyor. Neden? Çünkü Brezilya gibi, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler, içlerinde bulundukları bilumum dar boğazlardan çıkmak yerine, teknoloji transferleriyle üstünlük sağlamaya çalışıyorlar. Asıl olanın tek bir alanda bir üstünlük değil, ülkenin genel yapısı itibariyle temel bazı problemlerin çözülmesi olduğunu görmeyi reddediyorlar. Bu nedenle de her transfer ettikleri teknolojinin ardından gelen çok uluslu şirketler, halklarını, tarımlarını, sularını, enerjilerini yeni bir sömürü alanına dönüştürürken; ülke halkı hala “bu sefer yırtacağız” bilinciyle çalışmaya devam ediyor. Sonra iş işten geçiyor; tıpkı GAP’ta olduğu gibi, kurulacak nükleer reaktörlerde olacağı gibi…
SON SÖZ YERİNE;
Mevcut enerji sorunun kökeninde enerjiyi hangi kaynaktan ürettiğimiz değil, nasıl ve ne kadar tükettiğimiz yatmaktadır. Eşitsizce örgütlenmiş bunca tüketim, enerjiyi oturduğumuz yerde sadece insan olarak dahi üretsek; insanı da, doğayı da, birbirleri arasındaki ilişkiyi de kaçınılmaz olarak öldürür. Dolayısıyla Başkan Bush’un söyledikleri gerçek olsa, yani tarladan ot biçip arabalarımızın depolarına dahi doldurabilsek, gerçekten bu kadar çok arabaya ihtiyacımız var mı, sorusuna yanıt vermeden, enerji sorununu “doğaya zarar vermeksizin çözmek” mümkün değildir.
Kısaca; hem dilediğimiz kadar tüketelim, hem de bu biyolojik olsun doğaya zarar vermesin, felsefesi hayal olmanın ötesine geçemez. Hem bu nedenle, hem de baştan beri anlattığımız teknik nedenlerle tarımsal yakıtlar “biyolojk-organik-ekolojik” değildirler. İşte tam bu noktada kullanılması gereken tabir biyoyakıtlar değil; tarımsal yakıtlardır.
Gerek Brezilya örneği, gerek Orta Doğu’nun durumundan gördüğümüz gibi, enerji sorunu, bugün yerel tercihlerle çözülebilecek, ulusal sınırlar içinde halledilebilecek bir sorun değildir. İster evet deyin, ister hayır; her koşulda tavrınızın uluslararası arenada bir yankısı olacaktır ki evet dediğiniz zaman çağrınıza cevap verenler çokuluslu biyoteknoloji ve tarım şirketleridir. Çok uluslu şirketlere evet diyenler, petrole karşı tarımsal yakıtı, yani kendilerince ehvenişeri tercih edenler, tarihin karşısında kendi ortakları ile birlikte yargılanmaya mahkûmdurlar.

Referanslar:
1. http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/02/060202_bioenergy.shtml
2. http://www.uic.com.au/nip24.htm
3. IPCC (UN’s Intergovernmental Panel on Climate Change) Report 1996 (Birleşmiş Milletlere bağlı Devletlerarası İklim Değişikliği Paneli raporu).
4. Science, January 2006; Farrel, A. E.
5. Scientific American, January 2007, (28-35), “Is Ethanol for the Long Haul?”
6. Scientific American, January 2007, (28-35), “Is Ethanol for the Long Haul?”
7. http://www.zmo.org.tr/odamiz/bizden.php?kod=2642
8. Pimentel, D. (Prof. Dr. of Ecology in Cornell University); letter to Senator John McCain of Arizona, February 2005
9. http://www.die.gov.tr/TURKISH/UA/TURKISH/Arazitabakalamasimss.html
10. http://www.ntvmsnbc.com/news/410325.asp
11. http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2007/06/070625_grains_prices.shtml
12. Food First
13. http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2007/07/070705_biofuel_eu.shtml
14. http://www.bp.com/productlanding.do?categoryId=6848&contentId=7033471
15. http://www.cargill.com/news/news_releases/2006/060612_brazilethol.htm


Altan Görkem GÜRCAN – Şafak MERT
Kasım 2007 – Ankara

KMO ile ZMO'nun 12-13 Aralik 2007 tarihlerinde Ankara'da duzenledigi Biyoyakitlar Sempozyumu'nda sunulmustur

Çarşamba, Ocak 02, 2008

EKOLOJİ İSTANBUL 2008

EKOLOJİ İSTANBUL 2008 Organik Ürünler ve Çevre Fuarı 17-20 Ocak 2008 tarihlerinde Dünya Ticaret Merkezi/Yeşilköy/İSTANBUL'da 7. kez düzenleniyor.
“Mutlu ve Sağlıklı bir toplum olmak mümkün “
Yaşamın, diğer tüm canlıların yaşamı ile birlikte sürdürülebilir olmasını sağlamak, insan sağlığını korumak ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak…
Sağlıklı yaşamın en önemli koşulu , yaşadığımız çevreyi korumak ve ona sahip çıkmaktır.
Bunun tek yolu doğayla uyumlu ,ekolojik ve sürdürülebilir yaşam felsefesini uygulamak ve uygulatmaktan geçmektedir. EKOLOJİ İSTANBUL, bu hedeflere ulaşmada ve sağlıklı yaşam bilincinin yaygınlaşmasında 6 yıldır önemli bir görev üstlenmektedir.
17-20 Ocak 2008 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan fuarımız, doğa dostu ekolojik üretim yapan firmaları , bu sene yeni bir mekanda , İstanbul Dünya Ticaret Merkezi - Yeşilköy’de alıcılarıyla buluşturmaya hazırlanıyor.
EKOLOJİ İSTANBUL Fuarı bu yıl; gıdadan tekstile, kozmetikten temizlik malzemelerine, alternatif enerji sistemlerinden ekolojik konuta, kullandığımız ambalajlardan eko-turizme kadar çok çeşitli ürünlere ve çevre konusunda değerli çalışması olan tüm kurum ve kuruluşlara ev sahipliği yapacak.
Dünyada ve ülkemizde ekoloji, ekolojik tarım ve ürünlerindeki gelişme ve değişimleri izlemek, fikir ve bilgilerimizi paylaşmak için hepinizi bu önemli buluşmaya davet ediyoruz.
Doğaya saygılı, ekolojik üretim yapan tüm kişi, kurum ve kuruluşlarla, 17-20 Ocak tarihleri arasında bir arada olmak dileğiyle…

Etiketler:

FA ve SOL

“Gam” çekerken dördüncü nota “FA” ve beşincisi de “ SOL” dür.

Beşinci yılına giren AKP iktidarı karşısında portenin ikinci çizgisinde yer alan SOL anahtarı ile yapılacak seslendirmeler de şöyle bir tablo ortaya çıkıyor.

Klasik deyişle 100 yıllık bir dönemi kapsayan anlayışta ortaya konan “tonal” eserler majör ve minör kalıplarda meydana gelmekte ise de AKP iktidarı suresince hep “atonal” sesler duyduk.

1938 sonrası sürekli “minör” tonda seslendirilen “SOL” notası ve SOL anahtarlı eserler değerli besteci ve yorumcu sayın FAZIL SAY’ ın son seslendirdiği eserle “majör” tonda ele alınmak zorunluluğunu ortaya koydu.

“AKP kakofonisinin” irdelenmesi ve icraatının ortaya dökülmesinin nedeni “sanata ve sanatçıya” veremediği değer nedeniyledir.

Değerli besteci ve yorumcu sayın Fazıl SAY, Milli Eğitim Bakanlığı’nın icraatı olarak eğitim ve öğretim kurumlarında müzik ve resim gibi sanatların kaldırılma girişimine dikkat çekti. Eksik söyledi sayın Fazıl SAY. Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) sadece bu iki sanat dalına değil Sahne Sanatlarının tümüne karşı tavır almış durumda. Dans ve harekete dayalı eğitim ve öğretime engel olmak için yoğun bir çaba göstermekte.

İstanbul İlinde onbeş milyon kişi yaşamakta. Eminönü ilçesi şehrin atar damarı.Eminönü’ne komşu ilçelerden ulaşım, merkezi bir yer konumunda olması nedeniyle Anadolu yakasından bile tek vasıta ile ulaşmak mümkün.

Hal böyleyken 1938 de kurulan ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne 50 metre, Valilik Makamına 100 metre mesafede bulunan Eminönü Halk Eğitimi Merkezi ( eski adı ile HALKEVİ ) bir kitap deposu olarak kullanılmakta, sanat faaliyetleri engellenmektedir.

On bir yıl önce sayın Suna KAN ve sayın Kaya İLHAN’ nın emekli ikramiyeleri ile
Ortaya koydukları ve 10 yıldır “Sahne Sanatları çalışma alanı” olarak kullanılan mekan, şu an açık lise öğretiminde kullanılacak kitapların “ dağıtım ve istiflenmesinde” kullanılan “depoya” dönüştürülmüş durumda.
Onarım yapılacak bahanesiyle 2007 Haziran ayından bu yana kapalı tutulan ve Sahne Sanatları Kursiyerlerine verilmeyen alt salon yanında, açılışı 2007 Mayıs ayında yapılan üst salon da “Aydınlar Ocağı “ ve benzeri “siyasi” oluşumlara tahsis edilerek buralarda AKP yandaşlarına yönelik etkinliklere pazarlanmadır.

Bu güne kadar sahnede cesur denemeler, heyecanlı gençler Nisa-Metin SEREZLİ, Nejat ÖĞÜNÇ, Tuncel KURTİZ, Aden TOLAY, Ülkü TAMER, Güngör DİLMEN, Halit AKÇETEPE, Üstün KORUGAN, Vasıf ÖNGÖREN, Osman AROLAT, Sermet ÇAĞAN, Atilla TOKATLI, Rana CABBAR, Aydın ENGİN, Oktay ARAYICI, Şemsi İNKAYA, Erol KESKİN, Levent DÖNMEZ, Cüneyt TÜREL, Pınar KÜR, Tunca YÖNDER, Zihni GÖKTAY yetiştiren Eminönü Halk Eğitimi Merkezi artık bir “depo” olarak sahne sanatları çalışması yapmak isteyenlere kapılarını kapatmış durumda.


İstanbul’daki üniversite ve konservatuvarların en değerli öğretim ve eğitim üyelerinin 10 yıldır görev yaptığı Eminönü Halk Eğitimi Merkezi, adına yaraşır şekilde “halk için sanat” anlayışını bu güne değin başarı ile sürdürdü. Bir laboratuar olarak etkinliklerini aralıksız devam ettirdi. Çevre halkla beraber “katılımcılığı” teşvik ederek “sanatı” paylaşılan bir düzeye getirdi. Gençlere eğitim verdi. Böyle bir kurumun Milli Eğitim Bakanlığı’nın dünya görüşüne ters gelen anlayışta diye kapatılmak istenmesi sayın FAZIL SAY’ ın işaret ettiği “Toplumda bir grubun diğerini bastırmasının ülkede ahenksizlik yaratması gibi” bir sonuca götürmektedir.Böyle bir kurumun çalıştırılmaması; İnsanların “demokrat” ve “İnsan Haklarına Saygılı” kişiler olmasına engel olarak görülebiliyor Böyle kişilerden yoksun toplumlarda,“eşitlik”-”özgürlük” gibi kavramların bayraklaştığı bir kültür ortamı oluşabilir mi ?

Geç olmadan Eminönü Halk Eğitim Merkezi Sahne Sanatları Kursiyerlerinin çalışma ortamları boşaltılarak iade edilmeli ve siyasi faaliyetler için tahsis edilen salonları -sahneleri çalışmalara açılmalıdır. Aydınlık bir Türkiye için, aydınlıktan korkmamak için bu gereklidir. Bu adımın atılmasını bekliyoruz.

Atatürk Kültür Merkezi, Harbiye Şehir Tiyatrosu ve son olarak Eminönü Halk Eğitim Merkezi “tespih” taneleri gibi dizilmek istenmekte. Ama bu dizilmeye biz de “GAM çekerek” değil demokratik -insan haklarına saygılı- eşitlikçi- özgürlükçü notaları dizerek ses vereceğiz.

Eminönü Halk Eğitim Merkezi
Sahne Sanatları Kursiyerleri
Adına
Dündar İNCESU


Depo olan çalışma alanından bazı fotoğraflar

http://picasaweb.google.co.uk/dincesu/EminNHalkEItimMerkezi

Etiketler:

Google
 
Web alterblogalisation.blogspot.com

Alterblogalisation

↑ Grab this Headline Animator